Hayranı olduğum bir gazeteciydi…
Dünya Ralli Şampiyonası servis alanında kurulu basın çadırının önünden geçerek, yarış sonrası kontrol noktasına giren arabaları meraklı bakışlarla izliyordu!
Yanıma yaklaşıp, sıkıla-sıkıla hatıra için arabalarla fotoğraflarını çekip çekemeyeceğimi sordu!
Büyük bir memnuniyetle kabul ettim!
Çok sevindi…
Birkaç Ralli aracının yanında resimlerini çektim…
Sonra tekrar sıkıla-sıkıla fotoğrafları ona internetten yollamamı rica etti…
Rahatsızlığını biliyordum…
Çok solgun ama mutlu kalmayı başarmaya çalışan bir ifadesi vardı!
Onunla tanışabilmek benim için gerçek bir mutluluktu!
İlk iş, fotoğraflarını yolladım!
Sonra beni şaşırtan uzun bir mail aldım!
Fotoğrafları çok beğendiğini, bunun kendisi için çok önemli olduğunu ve onu kırmayıp bu fotoğrafları kendisine ilettiğim için duyduğu mutluluğu ifade ediyordu!
Oysa o, benim için çok önemliydi…
Türk edebiyatında yeni bir sayfa açan yazıları…
Bugün onun vefat haberini gördüğümde, çok duygulandım!
Duygu Asena…
Sanki onunla tanıştığım kısacık dakikalar uzun bir zaman dilimini kapsıyordu!
Asena gibiler ölmez…
Yüreklerinden dökülen eserlerle her zaman yaşarlar!
Ve asla unutulmazlar!
Nur içinde yat!
***
Bu hikayeyi biliyorum…
Dün ileti olarak geldiğinde tekrar okudum…
Yüreğinizi sıcacık saran hikayelerden…
“İleri derecede hasta iki adam aynı hastane odasındaydılar. Adamlardan birinin her öğleden sonra 1 saatliğine oturmasına izin veriliyordu, ciğerlerindeki suyun süzülmesi için. Bu hastanın yatağı odadaki tek pencerenin tam yanındaydı.
Diğer hasta ise hep sırtüstü yatmak zorundaydı. Bu iki hasta saatlerce birbiriyle konuşur, eşlerini, ailelerini, evlerini, işlerini, askerlik anılarını, tatilde gittikleri yerleri anlatırlardı birbirlerine.
Pencerenin yanındaki hasta, her öğleden sonra oturmasına izin verdikleri saati diğer hastaya pencereden görebildiklerini anlatarak geçiriyordu.
Diğer hasta hep bir sonraki günü iple çekmeye başladı, dışarıdaki renkli ve hareketli dünyayı dinlemek için.
Pencere, içinde çok güzel bir göl olan parka bakıyordu.
Ördekler ve kuğular gölde yüzerken çocuklar model bot’larını suda yüzdürüyorlardı.
Genç aşıklar, gökkuşağının tüm renklerindeki çiçeklerin arasında kol kola dolaşıyorlardı.
Ulu ağaçlar etrafı süslüyor, uzaktan şehrin silueti görünebiliyordu.
Pencere kenarındaki adam bunları muhteşem bir detayla anlatırken, odanın diğer ucunda yatan adam gözlerini kapar ve bu muhteşem manzarayı hayalinde canlandırırdı.
Sıcak bir öğleden sonra, pencerenin yanındaki adam geçmekte olan bir şenlik alayını tarif etti.
Diğer adam bando seslerini duyamasa bile hayalinde canlandırabiliyordu, pencere kenarındaki adamın tasviriyle.
Günler ve haftalar geçti.
Bir sabah banyo yaptırmak için su getiren gündüzcü hemşire pencere kenarında yatan hastanın cansız bedeniyle karşılaştı: uykusunda, huzur içinde ölmüştü.
Hüzünlendi, hastane görevlilerini cesedi dışarı taşımaları için çağırdı.
Uygun zaman geçtiğine kanaat getirir getirmez, diğer hasta pencerenin kenarındaki yatağa kendisinin taşınmasının mümkün olup olamayacağını sordu.
Hemşire memnuniyetle isteğini yerine getirdi, hastanın rahat olduğundan emin olduktan sonra onu yalnız bıraktı.
Yavaşça, duyduğu acıya aldırmadan, bir dirseğine yaslanarak dışarıdaki güzel dünyaya bakmak üzere yatağından doğruldu adam.
Sonunda, dışarıyı kendi gözleriyle de görme zevkini yaşayabilecekti.
Pencereden dışarı bakabilmek için yavaşça dönmeye zorladı kendisini.
Pencere, boş bir duvara bakıyordu.
Adam hemşireye, vefat eden oda arkadaşının pencerenin dışında görünen harika şeylerden bahsetmesine sebep olan şeyin ne olabileceğini sordu.
Hemşirenin cevabı, ölen adamın kör olduğu ve pencerenin önündeki duvarı görmediğiydi. “Sanırım seni cesaretlendirmek istedi” dedi.
Epilog: Diğer insanları mutlu etmek çok büyük mutluluk getirir, kendi durumunuz ne olursa olsun. Paylaşılan dertler yarısı kadar üzüntü verir, paylaşılan mutlulukları ise iki katı artar. Kendinizi zengin hissetmek istiyorsanız, sahip olduğunuz ve paranın satın alamayacağı her şeyi sayın”
Saffet Yenigün – 30 Temmuz 2006